
“Taraftarlık alkışlamak kadar, susmadığında da anlamlıdır.”
Kalbimizin en derinlerinde yankılanan bir ses, tribünlerde yükselen binlerce nefes… İşte o ses, o nefes, Fenerbahçe sevdası. Bu sevda ki, nice sevinçlere, nice hayal kırıklıklarına, nice yeniden doğuşlara tanıklık etti. Fakat bu eşsiz bağın gölgesinde zamanla serpilen bir kültür var ki, aşkımızı sınayan, aidiyetimizi sorgulatan bir kırılma noktasına dönüşebiliyor: Yöneticilik kültü ve lider figürlerin gölgesi.
Fenerbahçe’de –ve aslında tüm büyük futbol camialarında– başkan ya da yöneticiler yalnızca idari görevlerde bulunan kişiler değildir. Onlar, çoğu zaman “lider figür” olarak kutsanır: Zaferlerin mimarı, vizyonun taşıyıcısı, hayal kırıklıklarının da hedefi… Hatta zaman zaman kulübün kaderini elinde tutan bir tek kişilik “otorite” gibi konumlandırılırlar.
Ancak bu lider kültü, zamanla kalbimizde bir ağırlık yaratmaya başlar. Bir yöneticinin her kararı, her açıklaması, kişisel tavrı; kulübün kimliğini, değerlerini ve hatta bizim Fenerbahçelilik algımızı bile şekillendirir. Liderin sözleri alkışlanmakla kalmaz, aynı zamanda sorgulanmadan benimsenir. Oysa biliriz ki; aşkımız koşulsuz olabilir, ama kararlar mutlaka sorgulanabilir olmalıdır.
Taraftarın kulübüne duyduğu aşk, futbolun en özgün ve derin duygusal ilişkisidir. Ama ne yazık ki modern futbolun acımasız başarı odaklı yapısı, bu ilişkiyi de farklı bir boyuta taşıyor. Özellikle son yıllarda yaşanan şampiyonluk hasreti, kalplerimizdeki sabrı tüketirken, yöneticilere olan bakışımızı da keskinleştirdi. Artık başarı, omuzlara alınmanın şartı; başarısızlık ise ağır eleştirilerin hedefi.
Bu değişim, aşkın yerini, başarıya göre ödüllendirilen ya da cezalandırılan bir mekanizmaya bırakıyor. Transferler, teknik direktör tercihi, altyapı yatırımları… Her şey sadece anlık başarıyla ölçülür hâle geldi. Oysa gerçek sevgi, sadece kupalarla ölçülmez. Fenerbahçe’nin büyüklüğü; geleneğinde, değerlerinde ve sürdürülebilir vizyonunda gizlidir.
Modern futbolun getirdiği dijitalleşmeyle, taraftarın sesi artık sanal etkileşimlerde yükseliyor. Bu değişim, kulübün yönetimsel reflekslerini de dönüştürdü. Artık stat doluluğundan çok, hashtag doluluğu konuşuluyor. Taraftar kimliğini bağırarak değil, algoritma üzerinden temsil ediyor.
Bu da yöneticilerin “dijital popülariteyi” eleştiriye tercih etmesine neden oluyor. Sonuç? Kulüp yönetimleri, taraftarın sesine kulak vermek yerine, onu manipüle etmeyi tercih ediyor. Eleştiri mi? İstenmeyen eleştiriler, müzik yayınları ile bastırılıyor.
Fenerbahçelilik, başarısızlığa da, zor günlere de tahammül edebilir. Çünkü bu taraftar, Aziz Yıldırım dönemindeki 3 Temmuz sürecini omuz omuza bir destan yazarak atlattı. Ama aynı taraftar, tutarsız açıklamalara, günü kurtarma hamlelerine ve taraftarın aklıyla alay eden yaklaşımlara tahammül edemez.
Hatalar yapılabilir, kabul edilebilir.
Ama her sezon aynı hayalin satılıp, “yeniden yapılanma” etiketiyle sonlandırılması, taraftarın güvenini sarsıyor. Unutulmamalı ki, kaybedilen güven, kazanılmayan kupalardan daha büyük bir tehlikedir.
Fenerbahçe taraftarı olmak, bir aidiyet meselesidir. Ama sadece sarı ve laciverti sevmek değildir bu; aynı zamanda yılların birikimiyle gelen onur, öfke, özlem, sabır ve zaman zaman hayal kırıklığıdır.
Son yıllarda bu hayal kırıklıklarının sayısı arttıkça, camianın iç sesi de sertleşti. Ancak bir süredir eleştirinin bizzat hainlik olarak etiketlendiği bir atmosferdeyiz. “Eleştirmezsen iyi Fenerbahçelisin” gibi sloganlara indirgenen bir sadakat ölçüsü, bu büyük camiaya yakışmıyor.
Fenerbahçelilik, ezber bozmayı bilenlerin mirasıdır. Bu kulüp, Cumhuriyet’in ilk yıllarında Anadolu’ya moral vermek için top oynayan futbolcuların kulübüdür. Bugün ise eleştirel düşüncenin susturulmaya çalışıldığı bir ortamda, aidiyet sorgulamasıyla sınanıyor.
Son yıllarda yöneticilik anlayışında öne çıkan bir kültleşme hâli var: “Başkan ne derse doğrudur.” Bu yaklaşım, özellikle de mevcut başkan Ali Koç’un ilk dönemindeki vizyon vurgusunun zamanla yerini savunmacı ve reaksiyoner söylemlere bırakmasıyla daha belirgin hâle geldi.
Eleştiren herkes ya başka bir takımın destekçisi ya da “camianın düşmanı” ilan ediliyor. Oysa Fenerbahçe gibi dev bir spor kulübü, her fikre açık olmalı. Sadece kupaları değil, hesap verilebilirliği, şeffaflığı da savunmalıdır.
En tehlikeli kırılma ise belki de budur: “Eleştirmezsen iyi Fenerbahçelisin” anlayışı. Bu sessiz ve sinsi anlayış, camianın içinde eleştirel düşünceyi, farklı sesleri ve yapıcı muhalefeti bastırmaya çalışan bir iklime dönüşüyor. Sanki kulübün iyiliği için sadece alkışlamak gerekirmiş gibi… Sanki yöneticilere yapılan her eleştiri, kulübe zarar verirmiş gibi…
Bu anlayış, otoriter bir yönetim modeline zemin hazırlarken, kulübün gelişimini sağlayacak en kıymetli şey olan özgür tartışma kültürünü yok ediyor. Oysa gerçek bir taraftarlık, sadece tezahüratla değil; kulübün geleceği için endişe duymakla, yanlışlara dikkat çekmekle ve daha iyisi için mücadele etmekle tanımlanır.
“İyi Fenerbahçelilik”, eleştirisiz sadakatle değil; bilinçli, tutkulu, cesur bir sahiplenmeyle mümkündür. Kalbimizin sesi kısıldığında, ruhumuzdaki boşluk büyür.
Yöneticilik kültürü, sadece Fenerbahçe değil, tüm Türk futbolu üzerinde derin izler bırakıyor. Lider figürlere duyulan bağlılık, zamanla kulüplerin sağlıklı işleyişini tehdit eden bir bağımlılığa dönüşebiliyor. İşte bu noktada, taraftarın eleştirel ve bilinçli duruşu devreye girmeli.
Çünkü gerçek güç, sadece sahadaki başarıda değil, tribündeki vicdanlı sorgulamada gizlidir. Taraftar, kupaların ötesinde bir sorumluluk taşır: Kulübün kimliğini, kültürünü ve yarınlarını korumak.
Evet, Fenerbahçelilik sabırdır. Ama aynı zamanda hafızadır. Taraftar, başkanları unutur; ama kendisine “sus” denildiği anları unutmaz.
Unutmayalım:
Eleştiri hakkı, sevmenin en onurlu biçimidir.
Yazar Notu: Bu yazıda geçen “Yöneticilik kültü ve lider figürlerin gölgesi” ifadesiyle kastettiğimiz şey, bir kulüpte yöneticilerin sadece idari bir görevde olmaktan çıkıp, neredeyse eleştirilemez, her sözü doğru kabul edilen ve taraftarın sorgusuzca biat etmesi beklenen bir “lider” pozisyonuna yerleştirilmesidir.
Bu durum, yönetim anlayışının kurumsal değerlerin önüne geçerek adeta bir inanç sistemine dönüşmesi ve eleştirel seslerin bastırılması anlamına gelir.